2020-2021 Dönemi Burslar hakkında önemli duyuru...
 
 
 
 
 
 

E- Devlet Sistemi
Namaz Vakitleri
Seçmen Bilgileri 
Resmi Gazete
Motorlu Taşıt Vergisi Sorgulama
 

devamı...



Bugün Çanakkale muhabereleri olsa...
Anasayfa  »  Yazarlar » Caner Arabacı »  Bugün Çanakkale muhabereleri olsa...

Doç. Dr.
Caner ARABACI


Biz Çanakkale Muharebelerini, 18 Mart tarihindeki yıldönümlerinde anarız. Aynı cephede Mehmetçikle savaşmış olan İngilizler ve Anzak torunu Avustralyalılar ise 25 Nisan’da anarlar. Geçtiğimiz yıllarda onlar, binlerce kilometre öteden 30 – 35 bin civarında ve rehberleri ile birlikte gelmişlerdi. Gelişleri gibi ziyaretleri de özeldi. Şafak Ayinlerini 25 Nisan günü gerçekleştirip, törenler yaptıktan sonra Gelibolu ve Çanakkale’de bir süre kalıp-eğlenerek dönmüşlerdi.

Aynı savaşın, farklı günlerde anılması niyet, hedef ve kültür farkını göstermektedir. İngilizler, 18 Mart’ta yenilgiyi kabul edip donanmalarını, tekrar saldırmak üzere geri çekmişlerdi. Onun için 18 Mart’ı anmıyorlar. 25 Nisan’da, geri dönerek saldırdıkları tarihi, sonu çekiliş bile olsa görkemli törenlerle, anmaları anlamlıdır. Zaten 1926’da Gelibolu’da (Helles), askerleri için ilk anıtı dikenler de onlardır. Saldırı askerini, unutmamaları, unutturmamaları, ister istemez zihinlere, başlıktaki soruyu üşüştürmektedir: “Bugün Çanakkale’ye yeniden saldırılır mı?” Amerika’nın kendi ülkesinde ordusuna, Türkiye’yi işgal tatbikatı yaptırdığı günleri yaşadığımıza, “Metal Fırtına” kurgularının güneyden Ankara’ya kadar işgali öngördüğünü herkes bildiğine göre, yeni bir saldırı olur mu sorusu, abes karşılanmalıdır.
Harp istenmez. Mecbur kalmadıkça savaşmamak gerekir. Çanakkale Muharebeleri gibi, gençlik ve geleceğimizin felaketi olan bir afetin tekrarı, elbette arzu edilmez. Ama ya yeni bir saldırı karşısında kalırsak ne yaparız?
“Doksan beş yıl önce ne yaptıksa yine onu yaparız” mı, demeliyiz? Deniz muharebeleri ile birlikte tutulursa dün, on bir ay savaştık. Kara savaşlarında yüz binlerce kayıp verdik. Kayıp miktarını şehit rakamları üzerinden tartışmaya gerek yok. Toplama bakıldığı zaman 253 bin “şehit ve kayıp” denilir. Ama kaybın, bunun çok daha üstünde olduğu bir gerçektir. Dünya Harbindeki, 3 milyona yakın ordudan, Birinci İnönü’ye 4 bin toplama askerin kaldığı düşünülürse; kıyımın, kaybın dehşeti ortaya çıkar. Büyük Taarruz’a sürdüğümüz asker miktarı; asla Çanakkale’de verdiğimiz zayiata ulaşmaz. 190 bin toplam asker nere, sadece şehit ve kaybın 250 bin’in üzerinde olduğu bir tek cephedeki zayiat neredir? Kaldı ki yedekleri ile birlikte Başkumandanlık Meydan Muharebesindeki asker miktarımız ancak 200 bini geçmiştir. Üstelik Çanakkale’den yedi yıl sonra..
“Yine dünkü gibi vatanımızı canımızı feda ederek savunuruz” dersek, önce niçin sadece bin şehitle kazanabileceğimiz bir “savunma savaşını”, o dehşetli miktardaki kayıpla kazandığımızı sorgulamamız gerekir. Savunma harbinde, saldıranlar çok ölürken, hatta en az üç kat fazla zayiatı göze alarak saldırırken, bizde niçin tersi olmuştur?
İki nokta burada dikkati çeker: Teknolojik yetersizlik ve kurmay/komutan eksikliği.
Teknolojik yetersizlik, bazı erbaşların emrine yansımıştır: “Aman evladım, tek gâvura kurşun sıkma. İkisini, üçünü hizala öyle sık”. Niye, kurşun az? Top mermisi, neden yok gibi? İngiliz, dolu misali mermi harcar ve az can kaybederken, biz saldırıları; çok can, az mermi ile karşılamak durumunda kalırız. Çünkü onlar bilim ve teknolojik üstünlüklerini sağlamışlardır. Bizde, çalışan top sayısı, 92 gibi garip bir rakamken onlarda 960, gemilerdekilerle birlikte 5.066 top vardır. Metrekareye 6 bin mermi düşürmüşlerdir. Bazı siperlerde sağ kalan askerlerimiz, siperi dolduracak kadar yığılan mermi kovanlarını, kürekle dışarıya boşaltmışlardır. Ertuğrul Koyu’na, yani Ezineli Yahya Çavuş ve 63 arkadaşına 25 Nisan 1915 günü atılan top mermi miktarı, 4 bine yakındır. Bizim onlara attığımız ise 113 civarındadır. Bu durumda kim çok ölür? Elbette, “Vatan sana canımız fedadır” demeliyiz. Ama canlar gidince, vatanı kim ayakta tutacaktır? Az can harcayarak vatanı korumak, bayrağı yükseklere çekmek, güçlü olmak daha doğru değil midir? Az kayıpla kazanılan başarının gerçek zafer olduğunu kimse tartışamaz. Çok kayıp verilerek kazanılanın zafer olduğunu ise, aklı başında olan herkes kabullenmez ve tartışır. Çok kayıp vermenin altında, teknolojik eksikliğimizin olduğu bir gerçek..
Niçin? Çünkü Balkan Harbi’nde topları, top arabalarını yollara sere sere bozgun halinde döndük. Kendi top dökümhanelerimizi, kendi Güherçile Fabrika-yı Hümayunlarımızı önce köreltmiştik zaten. Alman Krupp dökümü hantal, eski imal toplar elimizde idi. Çanakkale Muharebeleri boyunca, hatırına bir cihan devletini feda ettiğimiz Almanya’dan, silah ve cephane de alamadık. Bulgaristan ve Romanya üstünden gelecek silah ve mühimmat yolları kapalı idi. Sonra açıldı. Peki, “Hürriyet, Kardeşlik (uhuvvet) ve Eşitliğin (müsavat)” ayyuka çıktığı devirlerde, en azından 1908’den 1914’e kadar biz savunmamızı güçlendirmek için niye yeterince çaba sarf etmedik? Birbirimizi, İttihatçı, İtilâfçı, Ahrarcı, Nigehbancı diye kamplara ayırıp boğma çabası dışında; dişe dokunur hangi atağımız bulunmaktadır? Bu durum, Cumhuriyet devrini, sağcı-solcu, ilerici-gerici, Alevi-Sünni vb. dalaşlarla geçirmemiz bakımından aynı değil midir? “Medeniyet denilen kahpe”, “tek dişi kalmış canavar”, neticede zaaflarımızın getirdiği zayıflıktan faydalanarak bir cihan devletini çökertmedi mi? Osmanlı cihan devletinin yerine, Anadolu’nun Bozok Platosu’na sıkıştırılmadık mı?
Öyleyse, bugün bir Çanakkale saldırısı olsa, “tek dişi kalmış canavara” karşı durumumuz nedir? Dün Çanakkale’de 13 mil menzilli toplara karşı 7 mile mermi atabilen toplarla dövüldüğümüz, sağ kalanların da ancak, düşman gemilerini menzile girdikten sonra vurduğu gibi; önce vurulmayı, sonra sağ kalırsak vatanı savunmayı mı düşüneceğiz?
Genelkurmay Başkanlığı: “Zamanın en ileri teknoloji ürünü silahlarıyla donatılmış üstün düşman kuvvetlerine karşı eski toplar ve yetersiz cephaneyle savunma yapmak zorunda kalan Türk birlikleri insanüstü mücadele vererek bir destan yaratmışlardır” demektedir. O zaman silahlar konvansiyoneldi. Bizim iki uçağa karşı, elli uçakları vardı. Ama o silahlar, uçaklar; gözüküyordu. Bomba değilse bile mevzilerimizin üstüne gökten çivi yağdırıyorlardı. Şimdi hayalet uçaklarla, insansız araçlarla, kendilerini hiç riske etmeden Mehmetçiği vurup gidecek, ardından paşa paşa işgale mi gelecekler? Mevzilerin koordinatlarını elleri ile koymuş, “Biri Bizi Gözetliyor”daki gibi görerek nokta atışları mı yapmalarını bekleyeceğiz? Yoksa İsrail’e sipariş verdiğimiz eski tankların modernize edilmiş şeklini, yazılımını bile bilmediğimiz uçakların sahiplerine karşı uçmasını mı bekleyeceğiz? Şartlar 1915’in şartları değildir. “Zamanın en ileri teknolojisi”, günümüzde bir daha değişmiştir. Şu halde Çanakkale’de, bir vatan müdafaası durumunda daha kalsak şehit miktarı aynı olmayacaktır. Üstelik şehit ve gaziler sadece cephede de verilmeyecektir. Cephe gerisi, cepheden önce tahrip edilebilecek, ülkenin her yanı birden cephe haline getirilebilecektir.
Ya ikinci soru: Çanakkale’nin gençlerimizi doğrama yeri haline gelmesinin sebebi olan komuta yanlışlığı, nasıl değerlendirilecektir? Şu farka bakın. 18 Mart’ta yıldönümlerini kutladığımız Deniz Muharebeleri sırasındaki şaşırtıcı kayıp miktarını Genelkurmay verir: “Türk ordusunun zayiatı 24 şehit, 43 yaralıdır. Dört ağır top harap olmuş, üç top hasara uğramış bir cephanelik infilak etmiştir. İtilaf Devletlerine ait donanmada ise, üç muharebe gemisi (Bouvet, Irresistable, Ocean) batmış, iki muharebe gemisi bir muharebe kruvazörü de (Inflexible, Gaulois, Suffren) ağır hasara uğramıştır. İnsan zayiatı çoğu ölü olmak üzere 800 kişiyi bulmuştur.”  Bazı kaynaklar, toplam kaybımızın 18 Mart’ta, sadece 65 kişi olduğundan bahsederler. Peki o girişte tartışılan yüzbinleri bulan Mehmetçik nerede toprağa gömülmüştür? Siper harplerinde. Burada bir fark vardır ki, bizi düşündürmelidir. Deniz muharebelerinde komutanlar; Cevat Paşa (Çobanlı) gibi askerin dilinden, halinden, dininden anlayan kimselerdir. Kara muharebelerinde ise, bütün cepheye hükmeden Beşinci Ordu Komutanı Limon von Sanders ve onlarca Alman komutan askerin başındadır. Birinci Dünya Harbi boyunca bu anlamda on beş bin Alman (Avusturyalı 1500 kişi de dahil), ordu ve donanmamızda önemli mevkilerde görev yapmışlardır. Çanakkale’de olduğu gibi emirlerini Almanca yazıp veren, askerin dilinden-dininden anlamayan, müttefik de olsa vatanı Türkiye olmayan bu insanlara, Mehmetçik; yani “silah” niçin emanet edilmiştir? Bu sorunun cevabı günümüzü de yakından ilgilendirmektedir.
Askerin yönetimi, subayın yetiştirilmesi çoktandır Almanlara emanet edilmişti. Çünkü.. -Fransız, İngiliz denemelerinden söz ederek geriye gidilmezse-, Almanların partisi yoktu. Subaylarımız, çok politize olmuştu. İkinci Meşrutiyet’i gerçekleştiren siyasi kadro, genç subayları kullanmıştı. Balkanlar’da nizamî harp yerine, çete kovalamaları yüzünden komitecilik anlayış ve refleksleri gelişen partili subaylar, İttihat ve Terakki’nin emrinde, siyasi emellerin aleti olmayı, vatanseverlik görmekteydi. İdeolojik muhteva da ihmal edilmemişti. Harbiyeli, İttihatçı; dolayısıyla Mason locaları ile ünsiyet kazanmış, illegal bir eğitimden geçmiş “yurtsever” kadro; “alaylı”, örf ve âdet düzeyinde bile olsa dinî refleksleri olanlara hasım yetiştirilmişti. Alaylıların toptan denecek şekilde ordudan ihraç edilmelerinden sonra; iç mücadeleye, komitacılığa alışmış subaylar, durumumuzu gözetleyen düşmanlarımızın, ilmik ilmik örerek hazırladıkları Balkan Harbi’nde vatan savunmasını beceremediler. Kendi komutanlarını, gözünü kırpmadan vuran silahşorların, harp boyunca durumları kahredicidir. Bütün vatan sevgilerine rağmen, kurtarmak istedikleri topraklar, düşman işgaline uğrar. Cumhuriyet devrinde 22 yıl Genelkurmay Başkanlığı yapan bir subayımızın, Makedonya cephesindeki rezil çekilme sırasında düşündüğü şudur: “Artık bu ordu ile savaşılmaz. Kırım’dan süt inekleri getirerek süt inekçiliği yapmak lâzım.”
Küçücük Yunan ordusu, saldırı için hazırlanırken, bizimkiler de hazırlanmışlardır. Ama “bizimkiler”, bütün çabalarını, gece sabahlara kadar suikast, darbe planları üstüne yoğunlaştırmışlardı. Bu konuda başarı açıktır. Suikastlar defalarca gerçekleştirilmiş, darbeler başarılmıştır. Engel görülen yönetim-devlet başkanı devrilmiş, Reval’deki paylaşma planını bozma iddiası ile övünülürken, Balkanlar tümüyle elden çıkarılmıştır. Askerin siyasete bulaştırılmasının zararı, bu kadarla kalmamıştır. Sonra da geleceği karartmaya devam etmiştir. Çünkü Balkan Harplerinde, yeni kurulmuş minik dört ülkeye rezil bir şekilde yenilen koca Osmanlı Ordusu, artık aynı kadrolara emanet edilemezdi. Ya? İttihatçı, İtilafçı olmayan birileri getirilmeli ve ordunun yetiştirilmesi, yönetimi o “emin ellere” verilmeliydi. İşte von der Golç’larla başlayan süreç, 1913’te 41 kişilik bir ekibin başındaki Liman von Sanders’lerle devam ettirildi. Bu arada genelde Batıcı (asrî), özelde Alman hayranı bir ekip otuz yıla yakın bir sürede yetiştirilmişti. Kendi vatanı Almanya hesabına çalışan komutanlar, denklerinden üstün hale getirilerek görevlendirildiler. Bizi, Birinci Dünya Harbi’ne sokma işinde de rollerini oynayan bu insanların (Amiral Souchon’un Rus limanlarını bombalama eylemi unutulmamalıdır), harbe girdikten sonra görev aldıkları mevkiler ordu tepe kademeleridir. İşte, doğuda göreve atanınca gitmeyen Liman Paşa’nın, önce İstanbul’daki Birinci Ordu komutanlığına, ardından Çanakkale Cephesindeki Beşinci Ordu Komutanlığına atanması bu sıradadır (24 Mart 1915). Liman Paşa, saldırması beklenen düşmana; çıkartma yapacak, üstelik siperlere yerleşerek siper harbi yapacak imkânı tanır. “Parmaklık sistemi” diye dalga geçtiği Osmanlı kıyı savunma sistemini, baştan sona değiştirerek, askerleri belli merkezlerde toplar. En önemli yer, Saros Körfezi karşısıdır. İngiliz tümenleri, 25 Nisan 1915’te Seddülbahir, Arıburnu odaklı yoğun çıkartmalarda bulunurken, kendisi iki günlük mesafededir. Çıkartmayı haber aldığı halde, dürbününü kavrayıp, yanına Alman yaverini de alarak Saros’u gören tepeliğe çıkarak, yirmi civarında yanıltma niyetli gösteri yapan İngiliz gemilerini gözetler.
En kıymetli saatler ve ilk iki gün kaybedilmiştir. Zaten azar azar gönderdiği savunma kuvvetleri, Saros’tan Ertuğrul Koyu’na varıncaya kadar, iki gün geçecektir. Yol yoktur. Patika, fundalıklar arasından devam edecektir. Top taşımak ayrı bir sıkıntıdır. Bu durumu, hatıratında savunan Sanders’e rağmen; dört yıl Almanya’da eğitim alan Esat Paşa da çok yanlış bulur. Esat Paşa’ya göre düşman, kıyı savunmasında karaya çıkartılmamalıdır. Çıkartıldığı zaman siperlere yerleşmeden denize dökülmelidir. Böyle yapılmadığı için, siper harbi başladıktan sonra düşmanı söküp atmak için on binler süngü hücumuna kaldırılmış ve “gök ekin biçer gibi” Mehmetler kara toprağa gönderilmiştir. Alman komutanın yanlışını, Genelkurmay Başkanlığı da teslim eder. Osmanlı savunma sistemi bozulduğu için kıyılar düşman çıkartmasına elverişli hale getirilmiştir: “Arıburnu bölgesine çıkan Anzak Kolordusunun karşısında, gözetleme görevi yapan iki mangadan ibaret bir Türk birliği bulunuyordu. Anzakların şiddetli topçu ve donanma ateşleri karşısında inatla direnen bu birliğin imdadına 27’nci Alay yetişerek Kemalyeri-Merkeztepe genel istikametinde Anzak kuvvetleri üzerine taarruza başlamıştır” (Tıkla-1)
Ezineli Yahya Çavuş’un, 63 kişilik takımı ile 25 Nisan çıkartmasında Ertuğrul Koyu’nu, İngilizlere dar etmesi, aslında Liman Paşa’dan önceki savunma sisteminin doğruluğunu göstermektedir. 62 şehide karşılık, üç bin civarında İngiliz öldürülmüştür. Ama ardı gelmediği için, İngilizler siperleri ele geçirip tutunabilmişlerdir. Geriye şairin dizeleri yadigâr kalmıştır:
“Bir kahraman takım ve Yahya Çavuş’tular
Tam üç alayla burada gönülden vuruştular.
Düşman tümen sanırdı bu şahane erleri
Allah’ı arzu ettiler, akşama kavuştular.”
Çanakkale, bütün vatan.. Vatan evlatları da hep Yahya Çavuş misali, Balkan utancını, Çanakkale’de kanlarıyla temizleyip silen bahadırlar. Onların ruhlarının şad olmasını istiyorsak, yeni kayıpların azalmasını temin etmemiz gerekir. Ama Mehmetçik samimiyet ve asaletinin, yukarılara çıkıldıkça kalmadığını düşündüren gelişmeler oluyor. Zira savaş sanayindeki bağımlılığı 95 yıl sonra affettirecek hiçbir gerekçe bulunamaz. Peki, savaş strateji ve taktiklerindeki durum nedir?
Ortaya saçılan planlar, Balkan utancını hatırlatır mahiyettedir. Mehmetçik kanını; Mehmetçiğin anasının, yavuklusunun, babasının, kardaşlarının kanını döktürmeye yöneliktir. Sarıkız’dan, Ayışığı’na, Eldiven’den Balyoz’a uzanan planlar; bilinmeyen açıklanmayan içe dönük plan taslakları, 18 Mart’ın yıldönümlerinde, 25 Nisan’ın 95. Yılında, kaygı sebebidir. Dün yetersiz bulunan kadrolar için Almanlardan takviyeler yapılmış ve mahvoluşumuz bir kat daha hızlandırılmıştı. Bürokrasideki aksaklığı gidermek için, İngiltere’den bürokrat ihraç etmek isteyen zihniyette yöneticiler, doksanlı yıllarda ülkenin tepesinde idi. Bugün Türkiye’de, “Pentagon yetiştirmelerine asker yönetimini teslim edelim” diyenler çıkar mı? Bu sözün; Amerikan aleyhtarlığı ile kamufle edilerek söylenmiş tarzlarının bulunduğu düşünülürse, 95 yıl sonra tarihi yaşadığımızı iddia edebiliriz. Artık plan kuran kafaların; günlük siyasete değil, savunma sanayini güçlendirmeye odaklanması gerekmez mi? Ülkeyi; 1948’de, üstelik eski vatan topraklarımız üzerinde kurulan bir devletin eline bakar hale getirmenin utancını, bu millet daha fazla yaşamamalıdır. Koca Seyit’lerin, Müstecip Onbaşıların, Yahya Çavuş’ların, şehit Yarbay Hüseyin Avni’lerin ruh asaletlerinin şaha kalkması, ileri teknoloji ile savunma sanayinin geliştirilmesi gerekmez mi?
Soru artık, “yüz binlerce şehit vererek vatanımızı savunabilir miyiz”den ötelerdedir. Savaşın insan zihninde, yüreğinde yapıldığı bir dönemde, öncelikle yüreklerin, içeriğini doldura doldura “Ay-Yıldız”la bütünleşmesi gerekmektedir. Ardından hayalet uçaklara, insansız araçlara sıra gelecektir. Nükleer enerjinin kullanılmama ayıbına dönecektir. Beden parçaları yerden göğe, gökten yere savrulan her Mehmetçiğin torunlarının, bu konuda soru sorma hakkı bulunmaktadır...



 


  


» Yorumlar
Listelenecek Kayıt Bulunamadı.


» Yorum Ekle
Ad Soyad :
Yorum :
Geri